İsyan Ettim

08:33 0 Comments

Hayatta hiç kimseye güvenmem. Anama da güvemezdim, babama hiç güvenmem. Allah bir çocuk bağışlamadı fakat prensip olarak ona da öyle sonuna kadar güvenmezdim olsaydı. Sonuçta çocuk bu, yalan da söyler, ebeveynlerinin arkasından iş de çevirir. Doğası gereği çok da güvenmemek lazım. İsterse dört dörtlük insan olsun, dereler dolusu sevdiğim bir kadın olsun, ı-ıh, güvenmem. Güvenemem.

Şimdi diyeceksiniz ki 'yahu, bu adamın derdi neymiş de bu kadar kesin bir dille kimseye güvenmeyeceğini söylüyor?' Ya da 'bununki de boş laf canım, insan dediğin birine güvenmeden yaşayabilir mi?' diye düşüneceksiniz. Yaşar efendim, bal gibi de yaşar. Hatta bilakis, güvenmek öldürür. Her zaman tetikte olmak lazım. Lakin ben de bunları anamın karnında tecrübe edip kimseye güvenmemeyi kendine -neredeyse- iş edinmiş bir adam olarak dünyaya gelmedim. Zamanında benim de durumum güvenle sorunu sokaktaki vatandaştan fazla olmayan, alelade bir adamınkiyle aynıydı. Sonra bir gün, dar bir kaldırımda yürürken önüme 12 yaşındaki oğluyla bir anne geçti. Benden daha yavaş yürümekte oldukları için ben de vitesi düşürmüş, tıngır mıngır yürüyordum. 15-16 yaşlarında bir çocuktum, hiçbir şey için acelem yoktu. Kaldırım bitti, yola çıkacaktık fakat park halinde bir araba yüzünden sağımı göremiyordum. Anne ve oğlunun rahatça adım atıp yürüdüğünü görünce ben de kontrol etme ihtiyacı duymadan attım adımımı yola. Allah'ım atmaz olaydım. Ne idüğü belirsiz bir pikap geldi ve vınn sesiyle, frene basacak vakit bulamadan üçümüze çarptı. Çevredekilerin 'aaaaayy' sesleri eşliğinde anne ve oğlan bir tarafa savruldu, ben bir tarafa savruldum. Anne ve oğlu mortingen straße, benim de ayağım o günden beri aksar. İki tane ameliyat oldum. Adam şimdi hapiste yatıp kalkıyor, yiyor, içiyor ve sıçıyor. Ooooh. Bir de öpüp alnına koysalarmış keşke. Dikkatsiz bir anne ile oğlunun ölümü ve daha önemlisi gencecik bir çocuğun kötürüm kalmasının bir numaralı suçlusu paşalar gibi yaşıyor şu anda. Söz meclisten dışarı, adelet sistemine güvenimi de o zamanlar kaybettim.

Bu söylediklerim de kayıtlara geçsin: Bir kere güvenmenin acısını bir ömür yaşadım. Aksayan, çirkin ve muhtaç bir oğlan olmanın derdini her gün çektim. İnsanlar da bana hep o gözle baktılar; olacağı varsa da sevgilim olmadı, arkadaşlarım benimle münasebetlerinde hep inceden taşak geçer haldeydi, öğretmenlerim hep acıyarak baktı. Kaderin sillesini yemişim muamelesi beni inanılmaz boğdu. Bir süre sonra ite ite beni o kalıba soktular gerçekten de, basit özrümü her yerde bahane eder oldum. Şimdi geriye bakıp o günleri düşününce midem kalkıyor.

Yaşım gelince üniversiteyi kazandım. Bir sene dahi kaybım olmadan, kaymak gibi yerleştim okuluma. Ha, çok ahım şahım bir okul değildi belki fakat ben de akademik gelecek hayalleriyle yanıp tutuşan bir adam olmamıştım hiç. Öylesine yaşayıp gidiyordum, rüzgâr beni üniversite okumaya Karadeniz'e savurdu, ben de hiç düşünmeden savruldum. Yani sizin anlayacağınız tercih döneminde hısım akrabadan tutun rehberlik öğretmenime bir sürü insanın 'bir sene daha hazırlan' ya da 'büyük şehirde oku, bak şu bölümleri de düşünebilirsin' minvalindeki konuşmalarına hiç kulak asmadım. Kendi bildiğimi okudum, okumakla da iyi yaptım. Babam gibi kabzımal mı olacaktım?

Üniversite'de ilk yılım hüsranla sonuçlandı. Geçerim diye düşünüyordum fakat değil geçmek, geçer bir tane not almadım. Çanı düşüren adamdım. Böyle bir grafik çizeceksem eğer, benden mühendis falan olmazdı. Çok kötü içerledim bu durumu. Kendilerini arkadaşım ilan eden üç beş gevşek adamla ilişiğimi kesip eve kapattım kendimi. Her ihtimale karşı stokladığım konservelerden başka bir şey yemeden iki haftaya yakın bir süre çalıştım. Hazır değildim belki ama bayağı yol kat etmiş olduğumu düşünüyordum....

devam eder bu

0 yorum:

12:57 0 Comments

Dilediğim şey uçmak değil
Kıyına demir atmaktır

0 yorum:

İstekler ve İhtiyaçlar

11:51 0 Comments

kadıköy'de bir akşam vakti
seni öpmek isterim;
kaşlarına sürülü gizi
gözlerinden izlerim

seni öpmek isterim
gözlerinin mehtabına dalıp
o güzel saçların gibi
denizin dibi kokmak isterim

seni öpmek isterim
yarım kalmış cümlelerime
yalnız güzel dudaklarından
bir nokta beklerim

seni öpmek isterim
keşkelerimle dolu
belkilerimi
nefesinle yakmak isterim

daha önce hiç öpmemiş ve
bir daha hiç öpemeyecekmişçesine
kadıköy'de bir akşam vakti
seni öpmek isterim

seni öpmek isterim
bendeki neyse senden yana
yine senin için
ellerimle bölmek isterim

gün doğmadan
vücudunda rüzgar olup
derinde esmek
dudaklarından öpmek isterim

seni öpmek isterim
güz gelmeden
bütün mumlarımı
ruhunla eritirim

ben her gece ölümü düşlerim
fakat ölmeden önce dudaklarını
kadıköy'de bir akşam vakti
doyasıya öpmek isterim


0 yorum:

Eski Bir Kitabın Arkasında Rastlanabilecek, Çok Okunaklı Olmayan Bir El Yazısıyla Yazılmış Olması Muhtemel Bir Dörtlük

13:02 0 Comments

Mevsimler geçse de üzerimizden,
Takvimler tükenene dek bileceğim.
Sen benimsin kar çiçeğim,
Yağmur olup üstüne döküleceğim...

0 yorum:

Sevil (16/12/2012)

10:13 0 Comments

Evim. Güzel evim.

Rüzgârın soğukluğu parmak uçlarımı kesiyor. Bunun gibi gecelerde anlıyorum ait olduğum yerin sokaklar, ait olduğum şeyin rüzgârlar olmadığını. Neyse ki çok yürümeyeceğim. Ceplerime bir bakayım.. Anahtarım yok. Neyse, karıcığım beni bekliyor olacak, asla uyumaz ben eve varmadan. Sevgi doludur o! Evimin papatya kokan kadını.

Saat kaç? Sanırım saatimi de evde unuttum. Yine de gecenin ilerlediği bariz. Ayaz tir tir titretiyor beni. Karıcığım kek ayırmış mıdır bana? Eve gidince sıcacık yerim kekimi, tabi oğlum bütün kekleri bitirmediyse. O da annesi gibi ya, gözlüyodur belki de yolumu şimdi. Yok canım, uyumuştur. Saat ilerledi! Ceplerime bir bakayım... Birkaç parça solmuş papatya. Koparılmışlar belli ki.

Evine dönüyorsun yaşlı adam! Sıcacık evine dönüyorsun. Her zamanki gibi sarı çiçeklerin kokusunu içine çekeceksin apartmanın kapısından içeri girmeden. Böylesi üşüdüğünü unutacaksın pembe apartmanının demir kapısına geldiğinde. Karının gölgesi seçilecek camda. Kitabını okuyor olacak kızcağız. Çoktan uyumuştur belki de, bütün gün evinde ortalığı toparlamaktan yoruluyor kadın. Dolaplarımız taşlı olmasaydı keşke, bu kadar yorulmazdı o da. Güzel bir ev ama, buna diyecek yok. Güzel bir kadın ve güzel bir de çocuk... Bir erkek başka ne ister ki?

Hiç olmadı zili çalar uyandırırım bizimkileri.

Bana kızmayın, böbürleniyorum da sanmayın. Böbürlensem de bu benim hakkım olduğu için böbürlenirim. Bütün bunlar için yıllarımı verdim! O gençlik yıllarımda tıpkı şimdi soğuktan titrediğim gibi dişlerim birbirine vura vura titrerken hep bu günleri düşündüm. Hep bunun için çalıştım; metrodaki yüzlerce solucandan biriyken bunun için diğerlerinin ter kokusunu içime çektim.

Üşüyorum. Bu egzoz kokusu çok tanıdık. Tıpkı olması gerektiği gibi sokak kokuyor. Ben bile sokak kokuyor olabilirim. Gider gitmez ilk işim duş almak olacak. Sanki yıllardır duş almıyor gibiyim. Banyo mu yapsam?

Evimi özledim. Kabuslarım bile bu sokağa yeniden mahkûm olmak, her şeyimi bir anda kaybedip avare yıllarıma geri dönmek. Eskisi gibi kalabalığın içinde boğlumaktan korktuğum bir gerçek. Karımı özledim. Oğlumu özledim. Evimi özledim. Onlar beni gerçekliğe bağlayan şeyler. Bütün bir sevgimi onların üzerine oynadım.

Montum bu kadar kötü durumda mıydı? Sevil'e göstereyim de bir terziye götürüversin.

Her şey sanki bir rüya gibi. Neden bu kadar soğuk? Ayakta durmakta zorlanıyorum. Kafamda küçük periler dans ediyor sanki. Bunları daha önce yaşamış mıydım? Ruhum yapayalnız. Yaşlanıyorsun... Bir şeyler yanlış. Evime geldim sayılır. Çok değil, yarım saat sonra mışıl mışıl uyuyor olacaksın ihtiyar. Biraz sabret.

Korna sesleri! Motora sıkışmış kedi gibiyim. Kayıp mı oldum yoksa? Hayır, doğru yerdeyim. Birazdan sağa döneceğim. Sokak ışıklarının altında çıplak gibiyim. Arabalar asla yaşayamayacağım bir hızla geçip gidiyorlar. Evim. Sevgi ve kor ateş. Karımın şefkat dolu göğsü.

Tarif edilemez bir özlem.

Böylesi bir özlem bir güne sığar mı?

Tamam, işte orada. Pespembe orada işte apartman! Kesinlikle üşüttüm, böyle incecik çıktığım için kızacak bana papatyam. Varsın, kızsın. Bir öpücük istiyorum sadece; dudaklarını hissetmek

Sarı çiçekleri geçiyorum. Ellerimi uzatıyorum ve geçerken kokusunu içime çekiyorum. Rüzgâr ve arabaların egzoz kokusunu alıyorum yalnızca. Rüzgâr ve insanlar, her şeyi öldürebilirler. Çiçekleri bile. Karımı ve oğlumu bile. Bir tek beni öldüremezler.

Zemin kat. Karımın gölgesi cama vuruyor, güzel, henüz uyumamış. Öylece bekliyor beni. Camı tıklatıyorum. Gölgesi kayboluyor birden. Bir sigara nefesi kadarlık bekleyiş... Nihayet dış kapı açılıyor. Bu çalan rüzgârın ıslığı. Çok geç, artık apartmana girdim.

Kapıda bekliyor beni. Sarılıyoruz. "Üşüdün mü?" diyor. "Evet," diyorum, "Seni çok özledim." Sımsıkı sarılıyorum.

"Hâlâ üşüyorum" diyorum, "Biliyorum" diyor.

Daha sıkı sarılıyorum, öylece duruyor. Sevil, ne güzel kadınsın. İzin ver de öpeyim seni. Oğlum nerede?

"Gel," diyor, "yatalım yatağımıza."

Sevil'i takip ediyorum. Oğlum uyuyor olmalı ki sessizce geçiyoruz odamıza. Doğruca yatağa atıyorum kendimi. Leş gibi kokuyorum, duş almalıydım yatağa girmeden. Hâlâ üşüyorum, karıcığım. Sen umursamazsın böylesine pis kokmamı, sakallarımın böylesine uzamış olmasını. Ne olursa olsun seversin beni. Soyunuyor musun? Soyun, özledim seni. Gel yanıma, yat. Hasta oldum sanırım, üşüyorum. Montum de yırtılmış, üstüne üstük geç de kaldım. Kızmıyorsun değil mi? Sev beni.

Toprak kokuyor saçların. Yatak örtüsünü yeni mi yıkadın Sevil? Üşüyorum, sarıl bana.

Rüyamda şömine ateşi göreceğim Sevil, uyumak istemiyorum. Gel, uyumayalım. Beraber uyanmamak gibi bir şansımız olmaz böylece. Oğlumuzu da yanımıza mı alsaydık? Çoktan uyumuş olmasaydı sabaha kadar sohbet ederdik.

Biliyorum, gülüyorlar. Birileri bana gülüyor, her sabah olduğu gibi. Üşüyorum Sevil . Külllerini istemiyorum, oğlumu ve seni istiyorum. Aksi takdirde ben de alev olmak istiyorum, pespembe apartmanımızı alan alev olmak istiyorum. İstiyorum ki ruhunuzla dolayım.

Biliyorum, sabah oldu ve ben sokağın ortasında çimlerde, öylece yatıyorum.

0 yorum:

Büyütülecek Şeyler

11:14 0 Comments

günlerin bala çalındığı bir gündüzdü.
kimi seher vakti der, önemsiz.
bir ben vardım kayda değer;
geri kalanı ya saatten habersiz,
ya bir köşede sızıvermiş
başı dumanlı kimselerdi.
saygıdeğer ben ve ben,
öylece dikilmekteydik
her şeyin başladığı gibi biteceği
güneş denli mavi suyun kıyısında.
çınlamamıştı henüz turnikeler;
vatandaşlar vurmamıştı cüzdanlarını.
çokça içilmişti yerdeki şişeler.
akşamdan kalma şeyler konuşurdu,
öyle vakitlerdi ki ayakta olana;
insanın zoru olmalıydı aklından,
fazla bile değil, yoktu güneş henüz,
vurmuştuk bizi denize karşı
önceki gün biçilmiş çimlere.
bizdeki dert de dertti çünkü;
paylaşamazdık sokaklar gibi,
yürünecek şey değildi üzerinde.
kırılmıştı balatamız.
kaybolup gitmiştik akan trafikte.
maaşlarımızı cebimize koyunca,
bir tek atmaya gidilmeliydi;
gönül ağladıkça büyürdü acı,
tesellimiz kadehin içine düşmüş
pekala kaybolmuş olabilirdi.
göz yaşlarımız niye akıyordu sahi?
biz miydik hayatımızın sahibi?
bir şans daha olsa elimizde,
döner miydik bu diyara?
sever miydik dün gibi,
insanlar gelemiyorken ölmeye?
bir daha ölecek olmak,
bir daha yaşamamaya yeğdi.
kaptırdık kendimizi bizler de,
felekten çaldığımız o gece
kayıtlarına geçmedi hiçbir karakolun;
planlandığımız gibi acıyorduk kendimize.
erekte olmuştu devasa derdimize,
söz gelimi aramalıydık bir derman.
temiz bir dayak isteseydik,
şimdiye masamızdaydı.
kendi hayatlarımızda rol çalan,
bir avuç figürandık belki.
heyhat, kader!
kim büyütmüyordu okşayarak dertlerini?
uğraş olsun diye aldık bir kere elimize,
bırakamadık da sonra,
bizimki ağız tiryakiliği.
sızacaktık az sonra çimlerde,
devrilip, yuvarlanırdık.
kurumadan gözlerimizin yaşı,
şen kahkahalar doldururdu,
yerdeki camdan şişeleri.
kimseden yoktu farkımız,
içimizde yaratır, dışımıza ağlardık.
öyle sönmez miydi yanan ateş?
boğazımıza kadar pisliğin içinde,
yuvarlanan domuzlar gibiydik.
konuşurduk ki, birileri halimize üzülsün ama
aslında bilirdik bir şeyden çakmadığımızı.
çakmağımızın ateşi gündüzü işaretlerdi,
göz yaşlarımız ise şahsi alanımızı.
yaşamaktı bu, birbirinin aynısı günler
ve yüz yıllardır gelip giderdi güneş.
dalgaların karaya vuruşu işten değildi,
o geniş bantın şahidi olduğum
elli asırdı benim varoluşum
kapatmışım gözlerimi,
iki nesil sonra, toprakta bir yerlerde
kaybolmuşum,
henüz sıra bendeyken,
antreden sakince geçiyordum işte;
bildiğim tek şeydi yaşamak.
yaşamak, başlı başına bir sahne.
repliğim yazmıyor ya sayfalarda
bana yakıştırılan bahçıvan rolümü,
büyüteceğim büyütebildiğimce.

0 yorum:

Sakarya'nın Hırçın Suyu

04:23 0 Comments

Bundan 15 yıl kadar önce, Burdur'lu bir kız arkadaşım vardı,bir İstanbul seyahatinde hasbelkader tanışıp sevgili olmuştuk. Bazı haftasonları kaçıp geliyordu İzmir'e, ben de iki kuruş harçlık çıkarmak adına Güzelbahçe'de bir av dükkanında çalışmaktaydım o sıralar; derken bir gün Pamukova'dan bir telefon geldi: Dayım ayağını kırmıştı. Dükkandan bana ulaşabilmişler, anneme söyleyeyim diye aramışlar. Tatsız bir haberdi bu, kuzenimin okumak için Ankara yolunu tutmasıyla evin bütün yükü dayıma binmişti. Anneannem evi çevirir, dayım parayı getirirdi. Yengemin pazara tavukların üç beş yumurtasını satması ne evi doyururdu, ne suyu döktürürdü. Ben de ilk otobüsle köyüme gittim. Dayıma uğradım, sağlığına baktım ve iki hoşbeşten sonra vardığım akşamüzeri işe koyuldum. Bağın üç haftalık işi vardı toplamda. Sıkı çalışıp vakit kaybetmeden geri dönmeliydim, aksatmaya gelmezdi bağ bozumu.


Ben çalışmaktayken kız arkadaşımın haberini aldım, iki haftaya İzmir'e geliyormuş. Aradım durumu izah ettim, iş biter bitmez çıksam söylediği tarihte orada olmam imkansızdı. Dedim ya, o zamanlar kız arkadaşımla buluşmak meseleydi benim için, ikimizin de müsait olduğu zamana denk getirmek her zaman mümkün olmuyordu. Durumun ehemmiyetini anlamış olsa da, telefonu kapatırken üzüntüsü sesinden belliydi.

Hem bu durumun üzüntüsüyle, hem de bağ bozumunu bitirip mümkün olduğunca hızlı bir şekilde evime dönmenin isteğiyle olağanca gücümle işe giriştim. Dayımı oğlu kadar seven bir Cengiz ağabeyimiz vardı, dayımın haberini alır almaz o oğluyla bana yardıma gelmiş sağ olsun. 5 kilometrekarelik, küçücük bir köydür Fevziye; Cengiz ağabeyimin gelişiyle beraber  anneannemlerin kapısı üç günde bir çalar oldu, kimisi aşure getirmiş, kimisi elinde çikolata-bisküvi 'Hatice oğlunun haline takılıp canını sıkmasın, sohbete gidelim de kafası dağılsın kadıncağızın' diye düşünmüş. Ben ise elimden geldiğince çalışıp çabalıyorum, çünkü bütün bu atmosfere rağmen köy bana oldum olası çok sıkıcı gelmişti ve İzmir'imi çok özlemiştim. Birkaç günde bir sevgilim beni dayımı / işleri sorma bahanesiyle arıyordu ve sohbet ediyorduk. Günler böyle geçip gidiyordu.

İşe başlayalı bir buçuk hafta olmuş ki, sevgilim beni tekrar aradı. Hal hatır sorduktan sonra üç gün sonra İzmir'de olacağını, bensiz ne kadar da sıkıcı olacağını söyledi. Ben de benim yerime Kızlarağası Hanı'nda bir türk kahvesi içmesini, sahilde zaman geçirmesini söyledim. Telefonu kapattık. Cengiz ağabeyim de bu konuşmaya kulak misafiri olmuş. Bıraktı işini, geldi yanıma. "Oğlum," dedi, "kız arkadaşın mıydı arayan?"

Meseleyi anlattım. Üç gün sonra kızın İzmir'de olacağı ve benim burada bağ bozumuyla uğraşıyor olacağıma üzülsem de şikayetimin olmadığını söyledim. Babacan bir tavırla beni dinledi. "Hallederiz ulan Manavoğlu!" dedi. Ne demeye çalıştığını anlamadım. Oğluna seslenip sırayı onun bitireceğini, kendisinin benimle bir işi olduğunu söyledi. Keseyi çapayı traktöre yükleyip köy meydanına yollandık.

Cengiz ağabeyimin kardeşi Hüseyin Hoca vardı. Hüseyin Hoca da köyün amatör ligde oynayan takımı Fevziyespor'un hocalığını yapıyordu. Cengiz ağabey çağırınca koşa koşa gelmiş, ne olup ne bittiğini sordu. Cengiz ağabey beni gösterip "Bu delikanlıyı bir deplasman maçına çıkart da köyümüzün gururu Fevziyespor'un bir maçını izlesin," dedi.

Anlam verememiştim. Ne deplasmanı? Cengiz ağabeyim, benimle aynı şeyi düşünen Hüseyin Hocaya kafasındakini anlatırken her şey yavaş yavaş açıklığa kavuşmuştu. Benim halimi görünce üzülmüş ve biraz da kendi gençliğini hatırlamış olacak ki, 'Cerrah' Cengiz (Marmara bölgesinde çapkınlığıyla nam salmış bir adamdı Cengiz ağabeyim, sevgilileri de onu 'cerrah' diye tanır, öyle severlerdi. En azından köyde anlatılan buydu) ayarlayabilirse İzmir takımlarından biriyle dostluk maçı ayarlayıp beni de İzmir'e postalamayı düşünmüş. Bu fikir beni acayip mutlu etmişti. İnanamadım fakat mutluluğum aklıma gelen şu soruyla bölündü:

-Ben İzmir'e gidersem kim uğraşacak ağabey bağ ile?

-Bizim tarlanın işi erken bitti, mevsimlik işçilerin parasını da vermiş bulunduk, yollarım sizin bağ bozumuyla onlar ilgilenirler Manavoğlu. dedi

"Aman ağabey ne yaptın, zaten günlerce uğraştın benimle beraber bağ bozacağım diye, şimdi hem beni maça yolluyor hem de bağ işiyle sen uğraşıyorsun, olur mu öyle şey?" demeye kalmadan Hüseyin Hoca telefona sarılmıştı. "Hangi takımlısın sen?" dedi, "Altınordu ağabey," dedim. O zamanlar Altınordu amatör ligde oynuyordu, Hüseyin Hoca da 'küçük bir dostluk maçını ayarlamak öyle çok zor olmaz' diye düşünmüş olacak ki "Halledeceğim ben," dedi, "sen şu iki gün iyice çalış da hak ettiğini göster bakalım bana."

Ben de o iki günü nasıl geçirdim hatırlamıyorum. Hüseyin Hoca, işin içine biraz da tanıdık katarak, maçı ayarladığını bana müjdelediğinde kız arkadaşımın İzmir'e varmasına bir gün vardı. Sevgilimi hemen aradım ve onu çok sevdiğimi söyledim, normal şartlar altında maçlarını asla kaçırmadığım Altınordu'nun yarın oynayacağını haber aldığım hazırlık maçını benim yerime izleyip izleyemeyeceğini sordum. Seve seve izleyeceğini söyledi. Telefonu kapattık.

Akşamüstü takım için kiralanmış iki minibüs köy meydanına park etmişti. Futbolcular ve on-onbeş köy sakiniyle minibüslere doluştuk. Hakan ağabeyim, Kenan ağabeyim, Rıdvan amca,  Hüseyin Hoca, Cerrah Cengiz ve diğerleriyle beraber İzmir'e gidiyorduk. Yıllarca beni 'İzmirli' diye çağıran, canımdan çok sevdiğim ağabeylerimle beraber tuttuğum takımla köyümün takımının maçını izleyecektik. İçim kıpır kıpırdı. Marşlara başladılar:


Hiçbir sevgi dolduramadı,
Aşkın kalbimi parçaladı,
Hayatımın en son noktası,
Sensin Adapazarı.



Güzel bir yolculuğun ardından sabah saat 9 gibi İzmir'e vardık. Buca Stadı'na girerkenki heyecanımı anlatacak kelime bulamıyorum. Bütün takımın ve bizlerin ardından Hüseyin Hoca indi, hocamız Seyit Mehmet Özkan ile el sıkıştılar ve koyu bir sohbete daldılar. Ben de Hakan ağabeylerimi alıp stada yakın çaycıda iki çay içip kendime geleyim dedim.

Saat 12'ye 10 vardı. Stadın karşı tarafında sevgilimi gördüm. Kendine uzak bir köşe seçip sakince oturuşunu gördüm. Cengiz ağabeye sarılıp vedalaştıktan sonra sevgilimi aradım. Telefonu açtı. "Neredesin," dedim, "Maça geldim şimdi, birazdan başlarlar, dedi." Bir yandan onun yanına giderken öbür yandan lafı uzattım, nasıl olduğunu, günlerinin nasıl geçtiğini sordum. O da tek tek cevap verdi. On adım kadar yanına gelmiştim ki, "Kapatıyorum ben, hadi görüşürüz," dedim ve telefonu suratına kapattım. Tam bana söylendiği sırada arkasından yanaşıp yanına oturdum. Başlangıçta çok korktu fakat ben olduğumu fark edince korkusunun yerine şaşkınlık aldı. "Ne işin var burada," dedi. Kolumu omzuna atıp ona sürpriz yapmak içinin bu kadar yol geldiğimi ve maçı ayarladığımı söyledim.

Maç Altınordu'nun 4-0lık galibiyetiyle bitti. Maçtan sonra herkesle tek tek vedalaşıp köye selam yolladım. Dayım bir hafta sonra kendine gelmiş, bu arada da bağ bozumu çoktan bitmişti. Ben ise o gün mükemmel vakit geçirmiştim.

Daha sonra sevgilimle aramız bozuldu ve ayrıldık. Şimdi bir oğlum ve dünyalar güzeli bir karım var. Bunca yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ bu anıyı hatırladıkça yüzüm güler. Cengiz ağabeyle o günden başlayan dostluğumuz iki sene önce vefatına kadar devam etti. Benim ise elimde 2000-2001 sezonu Fevziyespor forması ve insanlarla paylaşabileceğim muazzam bir maç anısı kaldı. Fevziyespor sen çok yaşa!


0 yorum:

10.000 Tane Yırmıh

10:01 0 Comments

(...)

"Peki," dedi adamın küçük kız diye hitap ettiği -aslında küçük kızlıktan sıyrılılalı epey vakit olmasına rağmen bu durumu kendi yaşlı sapkınlığına veren adamın muhattabı- genç kadın adama, "sizi şu anda ne mutlu ederdi?" Ufak bir omuz silkmenin karşılığında, gözlerini ayırmadan:

-Lafı geçiştiresiniz diye sormuyorum bunu Yüce Julius. Soruma cevap verin. Dikkat ettiyseniz saygıdeğer 'siz' kalıbıyla kuruyorum cümlelerimi, dedi.

Adam dört duvar içinde hapsolmuş kıpırtısız havada iyice solmuş sigarasını dudaklarıyla harladı, çıkan dumanı alabildiğine içine çekti. Kendi kendine söylediği yetmiyormuş gibi, küçücük bir kız tarafından düpedüz dalgaya alınmak kendisine koymuştu ama, biliyordu ki elindeki sigaradan ve sokakta yürürken kendini hatırlamasıyla duruşunu dikleştirmekten başka bir şey değildi:

-Ucuz bir genel kültürün mahsulü olmak beni onore etti doğrusu. Saygıdeğer bendenizin sürekli yerdiği fakat parçası olduğu bu tekdüzeliği önlemek adına hiçbir şey yapamayışı ancak bu kadar güzel özetlenebilirdi. Alkışlarım senin için.

"Hayır" idi kızın cevabı, kısa ve öz, "kendi ayak parmaklarınızı görmekten aciz olmanıza rağmen içinizde bir yerlerde, gizlice, bir gün gökyüzünde biz basit insancıkları görmezden gelebileceğiniz bir yere oturup hiçbir şey için kaygılanmanıza gerek kalmayacağınıza inanıyor oluşunuz alkışlanacak kısım. Kahraman olmanız için illa birilerinin imparatorluğunu mu yakması gerekiyor? Hoş, kostümünüz ödünç alındı, kahraman da değilsiniz ya."

Küçük kızın haklı olduğu bir nokta vardı. Julius'un varoluşu gereği dile getirildiğinde karşı çıkamadığı şeylerdi kendine çoktan itiraf etmiş oldukları; herkes gibi Julius'da kendine ağlardı ve en iyi kendisi bilirdi zayıflıklarını. Kaybettiği bunca yılın yanında kazandığı anılar, öylece durup bakmaktan keyif aldığı sanatlı şeyler, heyecanla giriştiği işlerin eskide kaldığı yetmezmiş gibi yanında bunca yılı da götürdüğü için kendinden geç doğmuş -kendinden öncesini yaşayan insanlara kırgınlıkla karışık nefretle bakmaktan kendini alamazdı. Kendisine mutlu olduğu vakitleri sorduğunuz zaman ise -doğal olarak- geçmişten bahsederdi, bunca karmaşanın arasında elleriyle tutamadığına emin olduğu ömrünün gölgede kalmış kısmına bakar ve iç çekerdi, ironik olan ise hayatı böyle gözlerle gören bir adam olan Julius en çok da ömrünün ilk dördününü henüz tamamlayan insanlara öykünürdü. Yaşayıp bitirdiği gençliği bugün yaşayanlara yaptığı 'masumiyet' yakıştırmasının altında müthiş bir kıskançlık yatıyordu. Ona kalsa hiç yaşlanmamalı, ömrünün her geçen günü gerek fiziksel gerek zihinsel olarak daha da ilerlemeliydi. -Tam olarak bu yüzden- Yine ona kalırsa insan doğduğu an bitmişti.

-Beni geriye götüren şey ne biliyor musun küçüğüm? Gözlerine baktıkça biliyorum ki, bu dünyada benim için yeni hiçbir şey kalmamış. Hiçbir şey. Gece güzelce bir uyku çekip yeni güne uyanmak gibi şeyleri neden umursamam gerektiğini işte bu yüzden anlamıyorum. Zaten bitirmişim hayatı, ucuna kadar gelmişim. Sonunu tatmak için iyice sıkıp kendimi yormama ne gerek var? Huzuru seviyorum ben. Belki de daha fazla düşünmemeliyim.

Kız ağzını açtı, kaşı kalktı, şaşırdı. Koskoca imparatorun öncelikle prensipleri olmak üzere her şeyini bir kenara bırakıp kendisiyle bu denli açık konuşması onu şaşırtmıştı. İletişimlerinin doğası gereği, kendisi her zaman ulaşılamaz ve sürprizlerle dolu olandı; takındığı mahvolmuş tavırlara rağmen kıskanılacak derecede şanslı ve başarılı olan ise ihtiyardı. Tam o an cümlelerini karıştırmış olan kız, iki parmağını göğüslerinin arasından aşağı sürüdü, suflörlük için biçilmiş kaftanlardı.

"İyi de, siz olmaktan vazgeçtiğiniz sizliğinizi seçmemiştiniz ki" ,dedi kız nihayet, "sizin seçtiğiniz şey varınızı yoğunuzu masaya bırakıp çıkıp gitmekti. Fakat, yalnızca iyi niyetinizi düşündüğümden, elinize güvenmiyorsanız böyle fevri bir karar almamanızı öneririm."

Yarısı konuşma çizgisi, yarısı iki tırnakla gelişen böylesi diyaloğu böylece kestirip atmasına izin vermezdi Julius, ki ekledi:

-Belki dünyanın bütün bilgeliğine ve en sağlıklı karar verme mekanizmasına sahip olmayabilirim ama dünyanın tamamını görmüşüm gibi konuşmuyorum. Ya da, şaşırtıcı derecede sizin yaptığınıza benzer bir şekilde, filizlenmiş düşüncelerinin gövdesi bir kazığa henüz sarılan bir kız gibi kişisel temizliğimden önce duru ve kesinlikle hatasız aklımı önemsemiyorum. Bu da bir şeydir.

-Her zaman saldırgan olmak zorunda değilsiniz, imparator. Ben sizin istediğin kadar sizinim, biliyorsunuz. Sizi burada bırakıp gitmek istesem dahi, kudretiniz benim gibi basit bir kızın altından kalkabileceğinden çok daha fazla. Yine de gelin görün ki, yaz geldi sayılır, havalar ısındı, sıcacık oldu; bir yıl oldu neredeyse -neredeyse'si fazla- ve siz girdiğiniz kabinden hâlâ çıkamadınız. İşinizi görmek için girdiğiniz koca soyunma kabiniyle etrafta dolaşıp yaşayamazsınız imparator. Başından beri sizdiniz, içinizi öylesine boşalttınız ki konuşurken ses tellerinizi titreten şeyin ağzınızdan giren rüzgar olduğunu düşünmeye başladım. Ben size bakan bir ikinci şahsım, üçüncü olmayışımın sebebi hep sizinle oluşum. Sadık bir rüyayımdır, imparator Julius.

Büyülü bir zamanlamayla esip geçen rüzgar, şatoyu yarım dakika sessizliğe boğacaktı.

-"Neredesin ey özlediğim günler? Bak, bütün ömrümü seni aramaya adadım."

"Yine de" ,dedi genç kız, "boşa harcanmış bir ömür demem ben buna. Ya da varolmaya başladığı an bitmiş bir ömür. Bütün bu düşünceler sizi ucuz hiççiliğe itiyor, ki bu türden bir felsefe de lise sıralarında hiçbir şeyi düşünmek zorunda olmayan kızlarla yapılıyor. Kendinize acıyacaksanız, ne kadar sefil bir yaradılışa sahip oluşunuza değil, ne kadar sefil bir şeyi oynadığınıza acıyın."

(...)

0 yorum:

3 Kuruşun Hesabını Yapacak Adam Değilim

15:33 0 Comments

Babamı talihsiz bir kazayla kaybettikten sonra, hayatım keskin bir viraja girip yeni bir düzlüğe çıkmıştı. Babamı hiç tanımadım, bilinçli olduğum zamanların tamamında üvey babam yanımdaydı. Peder aşağı, peder yukarı anlaşırdık aramızda. Hayvan oğlu hayvanın tekiydi benim bu peder; annemin ezik karakteri sağ olsun kendi evime giremediğim vakitler oldu, öğrenci yurtlarında kaldım, 'senden bi' sikim olmaz' yakıştırmasıyla yatıp kalktım. Hani demiştim ya babamın ölümüyle hayatım yeni bir düzlüğe girdi diye, bütün bu olanlar da o düzlükte cereyan eden olaylardı. Şimdi diyeceksiniz ki: "Aga sen bunları bize niye anlatıyosun?" 'Hayvan herifin tekiydim fakat bütün bunların da bir sebebi vardı'yı uyandırmaya anlatıyorum.

16 yaşıma bastığım senenin yaz tatiliydi. Lise ikiyi bitirmiştim. O zamanlar babaannemlerin evinde kalıyordum. Aile durumum malum-- babaannem de benimle ilgili bütün arkadaşlarımın ebeveynlerinin düşündüğü şeylerle aşağı yukarı aynı şeyleri düşünüyordu; bütün bu talihsizlikleri yaşamasa çok güzel yerlere gelebilecek, aklı başında fakat dikiş tutturamadığından işi gücü haytalık olan ve kendini gerçekleştirmesi için bir ikinci şansı hakkeden genç bir adamdım onun gözünde. Bendenizin kitap masraflarını yetiştirmek, arkadaşlarımın yanında mahcup olmayayım diye güzelce düzüp yollamak adına dişinden tırnağından biriktirdiği üç kuruşu bana verir ve arkamdan okur üflerdi. Pederle de uzunca süredir denk gelmediğimizden iyice babaannemin cebine bakar olmuştum.

Tarihini tam hatırlamadığım bir akşam üstüydü, evde tek başıma acayip darlandım. Serkan'a bir telefon çaktım, iki hoşbeşin ardından "Alsancakta'yım kardeş," dedi, "atla gel takılalım azıcık." Durur muyum hiç, sikecek olsalar atmaya kurmuştum kendimi evden zaten. "Tamam," dedim "geliyorum lan." Gittim sokuldum babaannemin yanına, gözlerde hafif bir bıkkınlıkla dedim ki "Babaanne, bana biraz para versene, üst baş bişeyler alacağım kendime." Altını yokladıysa da yalvar yakar 200 kağıt kopardım kadından. Alnından öpüp attım kendimi dışarı. Böyle babaanneye can kurban be.

Buluştuk Sevinç'in önünde Serkan'ımla, dedik paramız da var, oturup güzelce ıslatalım. Yalan olmasın, Patron mu, Popcorn mu artık her neresi bizi 16 yaşımızla, çappo üstümüz başımızla kabul ettiyse oturduk bir mekana, başladık inceden demlenmeye. 30 lira Chivas'a orada bi' güzel bayıldım. Üzerine iki üç bira daha devirdik, tam muhabbet harlandı derken Serkan tuttu kolumdan, "Kardeş ben kaçayım artık şeyolmasın sonra," dedi. İşi mi ne varmış. Yavşağın oğlu o arada vakit geçirmeye beni çağırmış. Neyse, dedim, büyüklük bende kalsın. Vedalaştık, defoldu gitti nereye gittiyse.

Pasaport'a geri döndüm. Döndüm dönmesine de, denk duracak durumda değilim ki anasını satayım. Gecenin pek de bi' olayını görmemişim henüz, bari, dedim, evden çıktığıma değsin; derken Ersan'ı düşündüm. Gelir miydi acaba? Çok düşünmeden aradım, ikinci çalışında açtı, dedi "Buyur birader, niye aradın?", dedim "Birader Alsancak Sahil'deyim, atla gel gözünü seveyim iliğim sikildi sıkıntıdan." Sağ olsun yirmi dakikaya geleceğini söyledi. O aralık ben de bir sigara yaktım.

Ersan'ım nihayet yanıma geldi. Tokalaştık- sarılacağız derken elindeki siyah poşeti gördüm. Tekel bayii kokuyordu o poşet. Güzelinden de bi' çınladı içindeki şişeler. "Vayyyyyyyy," dedim, "Ersan'ıma bak hele be!" 'Hallederiz aslanım biz' babında gözlerini kapatıp kafasını hafifçe sağa yatırdı, sonra da kaşlarıyla 'çök şuraya' işareti yaptı. Sağ elimi sol göğsümün üzerine götürüp kafayı saygıda kusur etmeyeceğimin altını çizercesine eğdim ve gülümseyerek yerime oturdum. Vücut diliyle birbirimizi sikmeye yakındık ki torbadan şarabı çıkarttı ve ikimizi de kurtardı. Bir pet ona bir pet bana şeklinde şişeye giriştik.

Derken şarap da bitti. 16 yaşında adam olduğumdan mütevellit, üzerimden tam olarak atamadığım ergenliğin o pis libidosuyla erekte olduğumu hissettim. Emanet böbrek-bağırsak ne varsa hepsinden kanı deli gibi çekti kendine. Ayağa kalkayım da malafatı sağa yatırıp az biraz ehlilleştireyim dedim, yok, bana mısın demedi. Ceketi sağa çek, eşofmanı düzeltle uğraştığım o kısa aralıkta da aklıma -nedenini şimdi düşününce de çözemeyeceğim bir ivedilikle-  Alaşehirli Fadıl abim geldi. Hemşehrim olmasından ileri gelen sohbetimiz yanında beni sever gibi bir hali vardı. Haliyle durup düşündüm, 'ulan vaziyet buyken aklıma niye Fadıl abi geliyor benim?' Yine böyle bir akşamda onun taksisiyle eve dönerken bana karı kız ihtiyacım olursa beni bul ayarlarız dediğini hatırladım ve o an bazı şeyler anlam kazandı. Ersan'a baktım, 'ne var la' diyen bakışlarla bana geri baktı, "yürü," dedim, "karıya gidiyoruz."

Açıklamayı yürürken yaptım Ersan'a, çünkü kaybedecek vakit yoktu. Sikim patlayabilirdi. En azından o an olabilir gibi gelmişti bana. Velhasıl kelam, bütün mevzu bittiğinde biz de bir beş dakika yürümüştük ve Cami Durağı'na kadar gelmiştik ki, yanımızdan hızlanan taksiye gayrı ihtiyari bakıverdim. Ulan bir de ne göreyim, resmen hemşehrim Fadıl'ın taksisiydi bu. "Atla lan atla Ersan." dediğim gibi puştla beraber attım kendimi taksiye. "Kolay gelsin Fadıl *çat* abi." dedim. "Kapanmadı Yasin, sert çek." dedi. Allahsız gibi çektim kapıyı. Kapının kilidi inlediyse de Fadıl Abi'nin altındaki araba Fiat Albea olduğu için kendisi birtakım egolardan sıyrılmış bir adamdı. Onun da bana verdiği özgüvenle direkt mevzuya girdim. "Abi," dedim, "benim acil sikişmem lazım." Dikiz aynasından bana şöyle bir bakış attı, üç düğmesi açık gömleğinden taşan ak düşmüş kılları sahilin rüzgarıyla okullarının çıkış zili çalan çocuklar gibi sağa sola kaçışıyorlar ama kopup gidemiyorlardı. Direksiyonu sola kırarken saliselik olarak yola baktıktan sonra yine dikiz aynada bakışları bakışlarımla buluştu. "Kaç paran var?" dedi. "Abi valla 100 liram var" dedim. Cebimde 114 lira + 1 paket sigara olduğunu bir allah biliyordu, bir de ben biliyordum. Ersan'a baktım, bir tutam ergen sakalını kaşıyor ve hoşnutsuz bir şekilde dışarıyı izliyordu. O an kendi sikimin derdine düştüğümü düşünsün istemedim, yahu tamam kendi sikimin derdine düşmüştüm ama Ersan hayatta dokunmazdı karıya. İnsan ilkini Alaşehirli taksicinin çağırdığı orospuyla mı yaşamak isterdi?

İki telefon konuşmasının ardından Alsancak Stadyumu'na yanaştık ve birkaç dakika içeride bekledik. Sonra da Fadıl Abi arabadan çıkarttı bizi. Sağıma soluma bakıyorum, am namına bi'şey yok. Yalnız köşeden yaşlı ve çirkin bir kadın belirdi; üzerinde eskimiş çiçekli kıyafeti, kırlaşmış kısa saçları ve akordeon olmuş boğazıyla bize doğru yürüyordu. 'Bu karıya 100 lira domalmak durumunda kalmayız inşallah' diye içimden geçirdiğim vakit karı dibimize kadar gelmişti. Bi' taksiye yaslanmış, olaylardan bihabermiş gibi davranan Ersan'a baktı, bi bana baktı; bakışlarını benden ayırmadı ve"Sen mi sikicen" şeklinde bir soru yöneltti. Ersan'a baktım. 'Yürü' manasında kafasını eğdiğini görünce karıya -biraz da sesimi kalınlaştırarak- "Hee, ben sikicem" dedim. "Tamam." dedi, gitti köşeden Diyarbakırlı, balık etli, Deniz adında -yani en azından ben Deniz diye gördüm işimi- bir kız getirdi yanında. 1.76 boyunda, 72 kilo afet bi karıymış gibi geldi bana o an, Ersan beğenmemişti gerçi ama ölçüleri aşağı yukarı böyleydi, kaldı ki hesap kitap yapıldıktan sonra kıza vereceğim 50, çaçaya ve Fadıl Abi'ye 15'er lirayla 80 liraya sikişeceğin karıdan ne beklersin ki? Ersan yavşağının kafasındaki orospu imajı Pulp Fiction'daki rolüyle Uma Thurman'dı ama bu benim zerre umrumda değildi. Parayı hallettikten sonra Ersan'a dedim ki "Kardeşim, kusura bakma sikiyoruz ama istersen sen de sikebilirsin benim yerime." Gülümsedi, dedi "Yok abi estağfurullah, yapıştır geç." He benim Ersan'ıma. Lafı beni takside sikişirken görmek istemediğine getirdi ve bir süreliğine vedalaştık. Sahilde iki tek atıp beni bekleyeceğini söyledi. "Araşırız," dedim, "kalacak yerim yok, sizde kalırım." Taksiye bindim. Kalacak yerim bal gibi de vardı ama o yaşlarda orospu çocuğunun tekiydim gerçekten de.

Taksiye binince aklına gelmiş olacak ki, Fadıl Abi hemen uyardı beni."Yalnız karıyı sikemezsin, sakso çeker sana."

Ulan Fadıl Abi, şimdi mi söylenir amına koyim bu dedim içimden. Resmen ayar oldum o an, kafamdan aşağı beynimin aktığını hissettim. Oturdum Fadıl Abi'nin arkasına, orospu diğer cama kafayı dayamış, henüz iki adım yol almamştık ki ben dayanamayıp "Abi," dedim, "sikerim saksosunu, ver paramı bari çıkıp gideyim ya." Çaça bana göz ucuyla baktı, Fadıl Abi "Neyine yetmiyor oğlum sakso, otur adam gibi de ızdırabını dindirsin işte karı," diyor. Yeri göğü sikesim gelmişti o an, çok net hatırlıyorum.

Ben Fadıl Abi'nin arkasında oturuyordum, orospu da arabanın diğer köşesinde çaçanın arkasında oturuyordu. Araba biraz hızlanınca Deniz(?) yapıştırdı kafayı benim alete, pantolonun üzerinden iki alnına sürttü. Halimi anladığından çok da uzatmadı ve açtı fermuarı, indirdi donu. Zenciyi özgür bırakmıştı. Karşılığında para almasaydı öyle diller miydi bilmiyorum. Kafam ekmek doğranıp içilecek durumdaydı ama zevkten kuduruyordum. 'Mantarın kenarı' tabir ettiğim sik kafasının kenarlarını dilleyip sol eliyle taşaklarımı avuçluyordu. Yasladım kafayı arkaya, hafif de rüzgar esiyor, oldum mu hepten leyla? Araba kavise girdiği arada da hatunun kafası hafifçe ileri-geri yapınca ben iyice tribe girdim. "Kaltak! Kaltak!" nidalarıyla orospunun götünü tokatlıyorum, oyun hamuru gibi diğer elimle memelerini avuçluyorum falan. Alemin kralı olmaya en yakın hissettiğim anlardan biriydi o an. Pozisyonun efsununa öyle bir kapılmışım ki, Fadıl Abi 4. turu atmış bende tık yok. Bir aralık bana gevşekçe "Ulan Yasin sende de ne yarrak varmış he oheheah" diyip ağzına koyduğu Tekel 2000ini yakıyor. Orospu da o an uyanıp "Boşal ulan artık" diyip iki eliyle girişiyor bana. Ben tabii pert. Ağzına yüzüne patlıyorum Deniz'in. Hem de ne biçim.

Patlamışız patlamasına da, benim acayip içimde kalmış. Bir tur daha binmek isteyen çocuk gibiydim, yerimde duramıyordum. İki para hesabı yapıp Fadıl Abi'ye dedim ki"Fadıl Abi, Vakıfbank'a çek." Fadıl Abi bana bakıp ve "civarda Vakıfbank yok aslanım," dedi. "O zaman abi," dedim, "al 40 lira depoyu doldurayım."

Benzincide durduk. Orospu da, çaça da sigara yaktı birer sigara. Ben de yaktım arkalarından bi' tane. Karıyı nasıl yatırırım da sikerim derdindeyim. En azından billurları dilletirsem mutlu olacağım o an. Fadıl Abi geldi, hepimiz arabaya bindik. 5. turu atacağız Alsancakta. Kapıyı çektim, kapanmadı. Orospu kapının kapanmadığını görünce benden önce davranıp çekti, araba *çat* etti ama kapandı. Fadıl Abi geç gelen bir sigara yaktı, derken karı benim boynumdan tutup koltuğa yatırdı, kucağa yapıştı. Eteğini kaldırdı, pantolonumu sıyırıp yarağımı çıkarttı ve amcığına soktu.

İki dakikada boşaldım. Bok gibiydi. Taşakları da dilletemedim. Boşalınca bana bi' sıkıntı çöker genelde, o gece de genelde olduğu gibi o sıkıntı çöktü. Elim sigara aradı, Fadıl Abi "Sigara mı yakıcan lan" dedi, 'evet manasında başımı salladım. Arkasından sigara yakmayınca "Yok mu sigaran?" dedi. "Yok," dedim. Oysa yepyeni paket vardı yanımda. Uzattı bir sigara, "Eyvallah abi," dedim. "Abi ya, artık iniyim mi ben," dedim, "İn tabi oğlum," dedi. Sanki az önce arka koltukta *ıhm ıhm ıh ıh ağh* diye inleyen ben değilmişim gibi olağanca kuulluğumla "Eyvallah abi tekrar." diyip taksiden indim. Kapıyı da çarparak kapattım ki dönüp bir daha kapatmakla uğraşmayayım.

Ersan'ın yanına gittim. Bu arada bayağı demlenmişti. Çok uzatmadan eve gittik. Babasına çok masum bir yalan söyledi. Mülayim adamdı zaten Haldun amca. İki sohbet ettik ve evlerini açtıkları için müteşekkir olduğumu, onlar olmasaydı gece sıkıntı yaşayacağımı belirtip gidip yattım. Sabah kalan 10 lirayla da bir meşe ot alıp parkta onu tüttürdüm.



0 yorum: